30.08.2013

Marguerite Yourcenar - Hadrianus'un Anıları'nın Yazılması Üzerine Düşünceler (Carnets de Notes de "Mémoires d'Hadrien")

Cliquez ici pour le Français


G.F'ye

    Bu kitabın tüm olarak, kısım kısım, ya da çeşitli biçimlerde ilk yazılışı 1924 ile 1929 yıllarına, benim yirmi ilâ yirmi beş yaşlarıma rastlar. O zaman yazdıklarımın tümünü yok ettim.
*
    Flaubert'in mektuplarına cildin sayfalarını karıştırırken, 1927 yılına doğru çok okuyup altını birçok kez çizmiş olduğum, beğendiğim bir cümle yeniden karşıma çıktı: "Tarihte, İsa'nın henüz ortaya çıkmadığı, tanrıların varlıklarının sona erdiği, Cicero'yla Marcus Aurelius dönemleri arasında, insanın tek başına direndiği benzersiz bir an vardır." Hayatımın büyük bir bölümü, öbür varlıklarla sıkı bağlar içinde bulunduğu halde tek başına var olabilen bu insanı tanımlayıp resmini çizmekle geçecekti artık.
*
    Kitaba ilişkin çalışmalarıma 1934 yılında yeniden başladım; uzun süren araştırmalardan sonra yapıtın, bana son biçimini almış gibi görünen son on beş sayfası tamamlanmıştı. Tasarı, daha sonra, 1934 ve 1937 yılları arasında, birkaç kez daha ele alınmak suretiyle bir yana bırakıldı.
*
    Uzun bir süre, yapıtı, o dönemin tüm seslerinin duyulabileceği bir dizi konuşmayla biçimlendirmeyi düşündüm. Ancak ne yaparsam yapayım, ayrıntılar gereksiz önem kazanıyordu; bölümler tümün dengesini bozacak gibiydi. Hadrianus'un sesi öbür sesler arasında boğuluyordu. İnsanın görüp algıladığı dünyayı yeniden canlandırma çabasında başarılı olamıyordum.
*
    1934'teki yazılışından yalnız tek cümle kaldı: "Ölümümün yandan görünüşünü kavramaya başlıyorum." Resmedeceği manzarayı seçtiği halde sehpasını durmadan bir sağa bir sola çeviren ressam gibi, sonunda, kitaba hangi noktadan başlayacağımı bulmuştum işte.
*
   Tarih içinde sabitleşmiş, kaydedilmiş, bilinen bir yaşam kesiti alalım; öyle bir yaşam kesiti alalım ki, tek bir bakışta tüm süreci algılanabilsin, daha da önemlisi, bu kesit içinde öyle bir nokta, öyle bir an yakalayalım ki, bu hayatı yaşamış olan insan, hayatını ölçüp biçip incelemiş, yaşamı hakkında yargı yetisine ulaşabilmiş olsun. Öyle ki, biz bu yaşama bakarken hangi açı içinde bulunuyorsak, o da kendi yaşamı karşısında aynı açı içinde bulunsun.
*
    Villa Adriana'da geçirdiğim o sabah vakitlerini anımsıyorum; Olympeion'un çevresindeki kahvelerde geçirdiğim sayısız akşamları; sonra Yunan denizlerine yaptığım yolculuklar; Küçük Asya yollarını. Anılarımdan tam anlamıyla yararlanabilmek için, ilk önce, benden ikinci yüzyıla kadar uzaklaşması gerekiyordu tüm bunların.
*
    Zamanla başa çıkmak kolay mı?: On sekiz gün, on sekiz ay, on sekiz yıl; ya da on sekiz yüzyıl. Louvre'daki Mondragona Antinous'ün başı gibi heykellerin hareketsiz yaşamlarını sürdürmeleri, geçmiş bir zamanda, ölmüş olan bir zamanda yaşamalarından kaynaklanıyor. Zaman sorunu insan nesilleri biçiminde çözümlendi: Buruşuk elleriyle, birbirlerine bir zincir biçiminde kenetlenmiş yirmi beş kadar yaşlı adam, Hadrianus'la aramızda kırılmaz bir bağ kurmak için yeterli olabilirdi.
*
    1937 yılında A.B.D.'ye ilk gidişimde, bu kitap için, Yale kitaplıklarında bazı şeyler okudum; doktora gidişini ve bedensel idmanlardan vazgeçişini anlatan bölümleri yazdım. Sonradan üzerinden geçtiğim bu bölümleri yapıta katmış bulunuyorum.
*
    Bu iş için çok gençtim. İnsanın kırk yaşını aşmadıkça yazmaya kalkışmaması gereken kitaplar vardır. Önceden, insandan insana, yüzyıldan yüzyıla gelişen insanlık âleminin sonsuz çeşitliliğini bölen doğal sınırları anlamamak tehlikesi vardır; ya da insanla insan arasında yükselen gümrük kapıları ve gözcü kulübelerini gerektiğinden çok önemseme tehlikesi. İmparatorla aramdaki uzaklığı ölçmek yıllarımı aldı.
    Paris'teki birkaç gün dışında, 1937-39 yılları arasında çalışmalarıma son verdim.
*
    T.E. Lawrence'ın bazı sözlerinden, Küçük Asya'daki yollarının birkaç Hadrianus'unkilerle kesişmiş olduğunu çıkardım. Ancak Hadrianus'un gerisinde kalan topraklar çöl değil, Atina tepeleriydi. Bu iki adam hakkındaki düşüncelerimi geliştirdikçe; yaşamını ve her şeyden önce kendisini reddeden Lawrence'ın serüveni bende, Hadrianus aracılığıyla, her deneyimi kabul etmek, ya da birini kabul ederken öbürünü reddetmeyi öngören görüşü anlatmak istediğini yarattı. Birinin çileciliğiyle öbürünün hazcılığının yer yer kesiştiğini bilmem ayrıca söylemeye gerek var mı?
*
   1939 yılı Ekim'inde notların ve yazmaların büyük bir bölümü Avrupa'da kaldı. A.B.D.'ne giderken, Yale Kitaplığı'nda okuduklarımın özetlerini ve yıllarca yanımda taşımış olduğum Trayan'ın öldüğü zamana ilişkin Roma İmparatorluğu'nun haritasını beraberimde götürmeyi ihmal etmedim yine de. 1926 yılında Floransa Arkeoloji Müzesi'nden almış olduğum Antinous'un o ciddi ve hoş profilini de götürdüm yanımda.
*
    1939'dan 1948'e kadar tasarı, bütünüyle bir yana bırakıldı. Zaman zaman gerçekleşmesi olanaksız bir şey düşünür gibi, cesaretsizlik ve umursamazlıkla aklıma getiriyordum tasarıyı. Sık sık, böyle zor bir işe kalkıştığımdan ötürü utanç duyuyordum.
*
    Kendimi tembelliğe kaptırdığım kederli anlarda, teselli bulmak için Hartford'un güzel müzesine gidiyordum: Geç bir ikindi vaktinin mavi göğünde, altın sarısı ve kahverengiye çalan Parthenon'u gösteren, Canaletto'nun Roma tablosunu seyrediyordum; her seferinde rahatlamış ve huzur bulmuş olarak ayrılıyordum müzeden.
*
    1941 yılına doğru New York'ta resim malzemeleri satan bir dükkânda şans eseri dört Piranes gravürü buldum; G... ile birlikte satın aldık. İçlerinden bir tanesi daha önceden hiç görmemiş olduğum Hadrianus'un villasının görüntüsü Canopus tapınağının içiydi; sonradan 17. yüzyılda, Mısır stilindeki Antinous ve yanındaki rahibelerin bazalt heykelleri Vatikan'a taşınmışlardı. Ön kısımdaki, patlamış bir kafatasına benzeyen yuvarlak yapının üzerinden saç tellerini andıran yıkılmış ağaçlar, çalılar sallanıyordu, belli belirsiz. Piranesi'nin dehası gerçekten de bir hayal öğesi oluşturuyordu yapıda. Uzun zamandan beri süregelen yas ayinlerini ve bir iç dünyanın trajik mimarisini kavramış olduğu anlaşılıyordu. Eski girişimimden bütün bütüne vazgeçtiğimi zannettiğimden olacak birkaç yıl boyunca hemen hemen her gün baktım bu çizime. Kayıtsızlığın işte böyle garip sapmaları olur bazen.
*
    1947 baharında bazı kâğıtları düzene sokarken Yale'de almış olduğum notları yaktım; artık yararsız olduklarını sanıyordum.
*
    Ancak tüm bunlara karşın, 1943'lerde, savaş yıllarında yazmış olduğum ve Roger Caillosis'in Buenos Aires'te, "Les Lettres Françaises" dergisinde yayımladığı Yunan Mitolojisi hakkındaki makalemde, Hadrianus'a ilişkin birtakım şeyler yazdım. Sonra 1945 yılında, ciddi bir hastalığın başlangıcından hemen önce yazmış olduğum, "Canticle of the Soul and its True Freedom" adlı bitirmediğim bir denemede, Unutkanlık Irmağının akıntısında, Antinous'un boğulmuş görüntüsüyle karşılaştım yeniden.
*
    Burada söylediğim her şeyin, söylemediklerimin dışında kaldığı unutulmamalıdır. Bu notlar sadece bir boşluğu doldurma amacı güdüyor. Örneğin o güç yıllarda yaptıklarıma, düşündüklerime, çalışmalarıma, üzüntü ve endişelerime, hatta sevinçlerime ilişkin herhangi bir şey yok burada. Dış olayların büyük tepkisine, insanın kendisini gerçeğin biley taşında bilemesine de yer verilmemiştir. Hastalık deneyimlerimi ve beraberinde getirdiği daha derin izler bırakmış olan öbür deneyimleri de geçiyorum; sevginin varlığı, ya da sevgi için giriştiğim arayışları deşmek istemiyorum.
*
    Boş verin. Süreklilikteki o kesinti, o dönemde pek çok kişinin benden daha trajik ve daha kesin olarak yaşadığı deneyimler -(aslında herkesin kendine göre yaşamış olduğu birtakım deneyimler)- belki de beni Hadrianus'tan ayıran uzaklığa köprü kurmaya, daha da önemlisi, beni gerçek kişiliğimden ayıran uzaklığı kapatmaya zorladı.
*
    İnsanın art düşünceye kapılmadan, kendine pay çıkarmaya çalışmadan yaptığı her şey sonunda değer kazanır. O yıllarda, zamanımı, tanımadığım bir ülkede Antik Çağ'ın yazılarını okumakla geçirdim, kırmızı ya da yeşil kapaklı Loeb-Heinemann yayınlarının ciltleri benim için birer ülke olmuştu. Bir insanın düşünce biçimini yeniden oluşturmanın en iyi yolu, onun kitaplığını yeniden kurmaktır.
*
    Farkında bile olmadan Tibur'daki kitap raflarını düzenlemeye başlamıştım çalışırken. Bundan böyle, hasta adamın buruşuk ellerinde tuttuğu el yazmalarını hayal etmekten başka bir şey kalmıyordu yapılacak.
*
    19. yüzyıl arkeologlarının dıştan yaptıkları "bir araya getirme" işlemini içten yapmak.
*
    1948 yılının aralık ayında, savaş yıllarında İsviçre'de bırakmış olduğu, içinde aileme ilişkin kâğıtlar ve on yıllık mektuplar bulunan sandığım elime geçti. Ateşin karşısına oturarak, bir ölümün ardından demirbaş çizelgesi çıkarır gibi elimdeki yığını karıştırıp bir şeyler bulmaya çalıştım. Desteleri bir bir açıp unutmuş olduğum insanların, ya da beni unutmuş olan insanların yazdıklarını son satırına kadar tüketinceye dek gözden geçirerek tek başıma kaldım birkaç gece. Bazı sayfaların tarihleri bir önceki nesle aitti; isimlerini bile anımsamadığım insanlar vardı aralarında. Uzun zamandır gözden yitirdiğim bir Marie, bir François, bir Paul'le birlikte geride bıraktıkları ölü düşünceleri, kâğıtların katlarını açıp bir biri ardına ateşe fırlatırken, daktiloyla yazılmış dört beş kadar sarı sayfaya rastladım. Mektubun başlangıcı pek bir şey demiyordu bana: "Sevgili Marc..." Marc... Hangi dost, hangi sevgili, hangi akrabaydı bu? Çıkaramadın bir türlü. Bu Marc'ın, Marcus Aurelius olduğunu ve elimde yitirdiğim yazmaların bir bölümünü tutmakta olduğumu anlayıncaya kadar epeyce zaman geçti. O andan itibaren ne bahasına olursa olsun, bu kitabın yeniden ele alınıp yazılması gerekiyordu artık.
*
    Aynı gece, büyük bir bölümünün yitmiş olduğu bu kitaplığın artıklarından bana gönderilen iki cildi yeniden açtım. Ciltlerden birisi, Henri Estienne'in o güzelim baskısıyla çıkarttığı Dio Cassius, öbürüyse, Historia Augusta'nın sıradan bir basımıydı. Bunlar kitabı yazmayı düşündüğüm zamanlarda satın alınmış, Hadrianus'un yaşamına ilişkin iki temel kaynaktı. Geçen zaman içinde, dünyanın ve benim başımdan geçen her şey şimdi, geride kalmış bir tarihsel dönemin kayıtlarını zenginleştirmeye, imparatorun yaşamına başka gölgeler düşürmeye, başka ışıklar tutmaya yarıyordu. Eskiden Hadrianus'u daha çok bir ilim adamı, bir gezgin, bir şair ve bir sevgili olarak düşünmüştüm. Bu niteliklerinin tümü yerli yerinde duruyordu ama, şimdi onun bu değişik suretlerinin arasında beliren en resmî ve en gizli biçimi, imparatorluğu vardı karşımda. Çevremizde tepetaklak olan bir dünyada yaşamış olmak gerçeği Prens'in önemini öğretmişti bana.
*
    Bilge diye nitelendirebileceğimiz bu adamın portresini durmadan çizmek tutkusuna kapıldım.
*
    Düşüncelerimi aynı biçimde çelen bir tarihsel sima daha var; o da Ömer Hayyam, şair ve astronom Ömer Hayyam. Ancak Hayyam'ın yaşamı, eylem dünyasını pek önemsemeyen, arı bir düşünürün, ağırbaşlı bir kuşkucunun yaşamı. Ayrıca İran'ı ve dilini bilmiyorum.
*
    Gerçekten olanaksız bir başka şey de, bir kadını, örneğin Plotina'yı alıp olayları onun çevresinde geliştirmek, Hadrianus'un yerine onu, öykünün ekseni yapmaktı. Kadınların yaşamı ya çok gizli ya da çok sınırlıdır. Bir kadın kendi hayatını anlatmaya kalkışırsa, hemen, kadınlık niteliklerinden uzaklaşmakla suçlanır. Bir erkeğin ağzından çıkanlara bile gerçek unsuru sağlamak başlı başına bir sorundur.
*
    Kitaba yeniden başlamak için New Mexico'ya, Taos'a hareket ettim; yanımda boş kağıtlarım vardı. Karşı kıyıya ulaşıp ulaşmayacağını kestiremeyen bir yüzücü gibi, bir Mısır mezarının bir metre küplük boyutlarına sıkışır gibi kapandım kompartımanıma. New York ile Chicago arasında gecenin geç saatlerine kadar çalıştım. Kar ve fırtına yüzünden geciken bir treni beklerken ertesi günün tümünü Chicago istasyonundaki bir lokantada çalışarak geçirdim. Sonra Santa Fe Limited'in gözlem vagonunda Colorado dağlarının siyah sivri tepeleri, yıldızların sonsuz biçimleriyle çevrili gecede yalnız başıma gün doğana kadar çalışmamı sürdürdüm. Böylece, aşk, uyku, yemek ve insanı anlamaya ilişkin bölümler bir çırpıda yazılmış oldu. O günden daha heyecanlı bir gün, o geceden daha aydınlık bir gece anımsayamıyorum.
*
    Yalnız uzmanların ilgisini çekebilecek üç yıllık bir araştırmayı, yalnız çılgınları, ilgilendirebilecek olan yöntemin geliştirilmesini geçiyorum. Bu yöntem, kontrol altında sürdürülen bir hezeyandı. Yine de bu "hezeyan" deyimi romantik çalmıyor kulağa. İsterseniz buna, geçmişin olabildiğince farkına varabilme, geçmişe sürekli katılma, diyelim.
*
    Bir yandan bilimsellik, öbür yandan büyü sanatları; ya da daha belirgin bir biçimden benzetme yapmadan söylemek gerekiyorsa şöyle diyelim; insanın, bir başkasının beden ve ruhuyla bütünleşmesini sağlayan tılsımlı duygudaşlık.
*
    Bir sesin portresi. Hadrianus'un Anıları'nı birinci şahısla yazmayı seçmiş olmamın nedeni, her aracıyı, kendim bile olsam herhangi bir aracıyı ortadan kaldırmak. Hadrianus, kendi yaşamı hakkında, benden daha etkin ve daha ince bir biçimde konuşurdu elbet.
*
    Tarihsel romanları apayrı bir sınıfa koyanlar, yazarın, dönemin sağladığı tekniklerle, bazı geçmiş olayları yorumlamaktan başka bir şey yapmadığını unutuyorlar. Yazarın bilinçli ya da bilinçsiz olarak ortaya koyduğu anılar, ister kişisel, ister başka türlü olsun Tarih'le aynı malzemeden dokunmuştur. Proust'un yapıtı, tıpkı Savaş ve Barış'ta da olduğu gibi yitmiş bir zamanın yeniden bir araya getirilmesidir.
    1930 tarihsel romanlarının melodrama, pelerinli hançerli aşk masallarına meyilli oldukları doğrudur, ancak Balzac'ın o görkemli "Laneais Düşesi"nden, ya da o çarpıcı "Altın Gözlü Kız"ından daha fazla olduğu söylenemez bu meyilin. Flaubert, yüzlerce küçük ayrıntıyla doldurduğu betimlemesiyle Kartaca Sarayı'nı yeniden ortaya çıkarırken, kendi döneminin Normandiya'sını, Yonville'ini anlatırkenki yöntemi yineliyordu sadece. İç dönüşün egemen olduğu günümüz yazın biçimlerinde, tarihsel roman, ya da kolay oluyor diye öyle adlandırılan romanlar, yeniden yakalanan zamana dalmak zorundadırlar; bunu yaparken bir iç dünyadaki yerlerini almak zorundadırlar.
    Zamanın tek başına, olayla hiçbir ilişkisi yoktur. Uzay konusunda beyliklerini açıkça ilan etmiş olan çağdaşlarımın, insanın istediğinde yüzyıllar arasındaki uzaklığı daraltabileceğinin farkında olmayışları hep şaşırtmıştır beni.
*
    Her şeyin, herkesin hatta kendimizin bile izini yitiriyoruz. Babamın yaşamındaki olayları Hadrianus'un yaşamındakilerden daha az biliyorum. Kendi yaşamımı yazacak olsam, başkasının yaşamıymış gibi yazardım. Belirli olmayan noktaları ortaya çıkarmak için, benim dışımdaki şeylerden başlardım araştırmaya, başkalarının anılarına, başkalarının mektuplarına dönmek zorunda kalırdım. Geri kalan, un ufak olmuş duvarlar ya da gölge yığınlarından başka nedir ki? Metinde Hadrianus'un yaşamına ilişkin boşlukların, onun tarafından da unutulmuş olabileceğini anlamamız gerekir.
*
    Bu, sık sık söylediği gibi, tarihsel gerçeğin hiçbir biçimde yeniden elde edilemeyeceği anlamına gelmemelidir. Tüm gerçekleri olduğu gibi bu gerçeğin sorunu da aynıdır; İnsan az ya da çok yanılır.
*
    Oyunun kuralları: Her şeyi öğren, her şeyi oku, her şeyi araştır, aynı anda Loyola'lı Ignatius'un Ruhsal Deneyimlerini, ya da Hintli sofuların yöntemini benimse; kapalı göz kapaklarının ardında yarattıkları görüntüleri daha iyi görebilmek için tükeninceye kadar çalış. Kartlara yazılan yüzlerce notun içinde, her bir olayı ortaya çıktığı zamana kadar izle; yalnız taş üzerinde görebildiğimiz o yüzlere yeniden hareket ve incelik vermeye çalış. İki metin, iki iddia, ya da belki iki fikir çelişkiliyse, birini seçip ötekini atmaktansa, uzlaştırmaya çalış; onları, tek bir gerçeğin iki ayrı yüzü, ya da birbirini izleyen safhaları olarak algıla; gerçeğin karmaşık olduğunu ve bundan ötürü zorunlu olarak inandırıcı nitelikler taşıdığını bil. İkinci yüzyılın bir metnini, ikinci yüzyılın gözleri, ruhu ve duygularıyla okumaya çalış; o zamanın sağlayabileceği ana çözümler içinde demlendirmeye bırak; o insanlarla aramızda birikmiş olan inanç ve duygu yığınlarını eğer mümkünse bir yana bırak; ön çalışmalar yaparak, bizi elimizdeki metinden, zamanın insanlarından ve gerçeklerinden ayıran olayları ve görüşleri karşılaştır, birbirlerini doğrulamaları için tüm olanaklardan yararlan; zaman içindeki belirli bir noktaya geri dönebilmek için mihenk taşı yap bunları. Gölgeni resmin üzerine düşürme; aynayı soluğunun buharından uzak tut; içimizde sürekli ve temel olan ne varsa onu al; bizim gibi zeytin yemiş, şarap içmiş, ya da parmakları bala batıp yapışkanlaşmış, acı rüzgârlara ve köreltici yağmurlara karşı savaşmış ya da yazın kavak ağacının gölgesini aramış, zevkleri, düşünceleri olmuş o insanlarla kesişen noktalarımızı yakalamaya çalış.
*
    Birkaç kez, Hadrianus'un hastalığına ilişkin bölümleri yazmak için doktorlara teşhis koydurdum. Belirtiler, Balzac'ın son günlerindeki klinik raporlarındakinden çok farklı değildi.
*
    Hadrianus'un hastalığını daha iyi anlamak için kalp hastalığının ilk belirtilerinden iyi yararlan.
*
    Ağır ağır gezinen oyuncu, trajik kraliçenin ardından ağlarken Hamlet, "Hecuba'dan ona ne?" diye sorar. Böylelikle, Danimarka Prensi, babasına yapılmış olan kötülükleri yeterince hissedememiş olmaktan ötürü intikamını almakta güçlük çekmekte ve içten gözyaşları döken bu oyuncunun üç bin yıl önce ölmüş bir kadınla, kendisinin babasıyla olan ilişkilerinden daha derin ilişkiler içinde bulunduğunu itiraf etmektedir.
*
    İnsan malzemesi ve yapısı pek değişmez; bir topuğun eğiminden, bir ökçe sinirinin konumundan, bir ayak parmağının biçiminden daha bozulmaz bir şey olamaz. Ancak ayakkabının ayağı başka zamanlara oranla daha az bozduğu dönemler vardır. Sözünü ettiğim yüzyılda, çıplak ayağın gizlenmemiş, özgürlüğüne daha yakınız.
*
    Hadrianus'da bir peygamber sezgisi bulunduğunu söylerken tüm olasılıkları saptamak istiyorum. Bu tür teşhisler, belirsiz ve genel anlamda geçerliliklerini korurlar. İnsan olaylarının tarafsız inceleyicisi, bu olayların eninde sonunda alacağı biçim konusunda genellikle az yanılır ama olayların kesin olarak nasıl oluşacakları, dönüm noktaları ve ayrıntıları konusunda ciddi yanlışlara düşebilir. Napolyon, Saint Helena'da, ölümünden yüz yıl sonra Avrupa'nun ya ihtilalci olacağını ya da kazakların eline geçeceğini söylemişti; sorunun her iki yönünü de iyi belirtmişti ama birbirlerinin üstüne yerleşeceklerini pek kestirememişti. Aslında genellikle gururumuz, büyük bilgisizliğimiz ya da yürekli olmayışımızdan ötürü geleceğin belli başlı çizgilerini görmeyi reddederiz. Eski dünyanın bilge adamları hiçbir dinsel inançla bağlı olmadıklarından, bizim gibi tüm evrene uyguladıklarını, fiziksel ya da daha doğrusu fizyolojik anlamda düşünüyorlardı; insanın sonunu ve kürenin ölümünü öngörmüşlerdi. Plutarkhos da Marcus Aurelius da tanrıların ve uygarlıkların gelip geçici olduklarını, öleceklerini biliyorlardı. Amansız bir geleceğe bakan ilk bizler değiliz.
*
    İmparatora bir başkasının düşüncelerini okuma yetkisi vermem, "Sybilline Versus" te, Aelius Aristides'in yazılarına, ya da Frönto'nun çizmiş olduğu yaşlı Hadrianus portresinde görülen kişiliğindeki Faust benzeri unsurları ortaya çıkarmaktan öteye bir şey değildir. Doğru ya da yanlış, ölmekte olan bu adamın çağdaşları ona, insanüstü güce benzer şeyler mal etmişlerdir.
*
    Bu adam, dünyama barışı sağlayıp ülkesinin ekonomisini canlandırmış olmasaydı, kişisel şansı, ya da şanssızlığı beni daha az duygulandıracaktı.
*
    İnsanın metinler arasındaki ilişkileri yutarcasına incelemeye zamanı yoktur. Thespiae'de, "Narsisus Irmağının yanında Helicon tepelerinde "Aşk Tanrısı ve Urania Venüsü için adanmış av zaferi şiirinin tarihi olarak 124 yılının sonbaharı belirlenebilir; bu zamanda imparator Mantinea'dan geçmişti ve Pausanius'a bir şiir yazmıştı. Mantinea yazıtı şimdi yitirilmiş ama Hadrianus'un diktirdiği yazıt, ancak Plutarkhos'un "Ahlaklar"ında, Epaninondas'ın, yanı başında, vurulan iki genç dostu arasında gömülü olduğunu anlattığı bölümün ışığında anlaşılabilir. İmparator ve Antinous'un karşılaşma tarihi olarak, İmparatorun Küçük Asya'da geçirdiği 123-124 yıllarını kabul edecek olursak, -ki bu tarih en akla yatkın tarih olup en iyi ikonograf kanıtlarıyla da desteklenmektedir- O zaman bu iki şiir Antinous dönemi diye adlandırabileceğimiz kısmın bir parçasını oluşturur; ikisi de, gözdenin ölümünden sonra, genci Patroklos'la kıyaslayan Arrianos'un daha sonradan söz ettiği kahraman âşıklar Yunanistan'ından esinlenmiştir.
*
    Portrelerinin geliştirilmesi gereken birkaç kişi vardır: Plotina, Sabina, Arrianos, Suetonius. Hadrianus onların yalnız bir bölümlerini görebiliyordu; kendi bulunduğu yerdeki görüş açısından, görebildiği kadarını görüyordu sadece. Antinous, imparatorun anılarından, yansıma yoluyla çıkmalıdır ortaya; titiz ayrıntıların kırılmasıyla belirginleşmelidir.
*
    Antinous'un davranışına ilişkin söylenebilecek her şey, herhangi bir benzeri için yazılmış olanlarda görülebilir: "İstekli ve kayıtsız sevecenlik, somurtkan kadınsallık." Shelley bir ozan açık sözlülüğüyle, önemli olanı altı sözcükte dile getiriyor; 19. yüzyıl sanat eleştirmenlerinin ve tarihçilerinin çoğu, konuyu iyi söz söyleme uğruna ya dağıtıyorlar ya da belirsizlik ve ikiyüzlülükle yüceltiyorlardı.
*
    Antinous portreleri açısından zenginiz; nitelik olarak sıradanından, eşsiz olanına kadar birçok portre var elimizde. Yontu ustalarının becerilerinden, Antinous'un yaşından kaynaklanan değişkenliklerden, ya da canlıyken yapılmış portrelerle, ölümünden sonra anmak için yapılanlar arasındaki farklılıklara karşın yüzünün akıl almaz gerçekliğini algılayabiliyoruz. Farklı yorumlar arasında dahi, hemen tanınabilir. Bir devlet adamı ya da bir düşünür değil de, sadece sevilmiş bir insan olarak yaşamını sürdürmesi açısından klasik çağın özgün örnekleridir bunlar; çarpıcı ve duygulandırıcıdırlar. Bu portreler içinde en güzel ikisi en az bilinenleri: içlerinde yalnız bu ikisi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder