24.08.2013

Raymond Carver - Yazmak Üstüne (On Writing)



    1960'ların ortalarında, uzun anlatı yapıtlarına dikkatimi yoğunlaştırmakta güçlük çektiğimi farketmiştim. Bu güçlük bir süre boyunca bu tür yapıtları okumak kadar yazmaya girişmekte de kendisini göstermeye devam etti. Dikkatimi uzun süre yoğunlaştırabilme becerimi kaybetmiştim; roman yazacak kadar sabrım kalmamıştı. Bu aslında karmaşık, burada sözü edilmeyecek kadar sıkıcı bir öyküdür. Ama bunun şimdi niçin şiir ve kısa öykü yazıyor olmamla oldukça yakın bağlantısı olan bir olay olduğunu düşünüyorum. Bir an önce yaz, bitir. Sallanma. Devam et. Bu olay olduğu zamanlar, yani yirmili yıllarımın sonunda, belki bütün büyük hırslarımı kaybetmişimdir. Gerçekten kaybetmişsem, iyi ki öyle olmuş derim. Hırs ve bir parça şans yazarı ileri götürmek açısından iyi şeylerdir. Çok fazla hırs ve bir terslik, ya da bütünüyle şanssızlık ise öldürücü olabilir. Yetenekli olmak gerekir.
    Bazı yazarların bir hayli yeteneği vardır; yeteneksiz bir yazar da bilmiyorum zaten. Ancak olaylara eşsiz ve keskin bir açıdan bakmak ve böyle bir bakış açısını ifade etmek için doğru bağlamı bulabilmek yetenekten başka bir şeydir. The World According to Garp kuşkusuz John Irving'e göre olağanüstü bir dünyadır. Flannery O'Connor'a göre bir başka dünya, William Faulkner'a göre bir başkası, Ernest Hemingway'e göre bir başkası vardır. Cheever, Updike, Singer, Stanley Elkin, Anne Beattie, Cynthia Ozick, Donald Barthelme, Mary Robison, William Kittredge, Barry Hannah, Ursula K. LeGuin'e göre dünyalar vardır. Her büyük ya da her iyi yazar dünyayı kendi özelliklerine göre tekrar biçimlendirir.
    Üslup ile bir akrabalığı olsa da, sözünü ettiğim şey yalnızca üslup değil. Bu bir yazarın yazdığı her şeye o kendine has ve şaşmaz imzasını atması demektir. Hiç kimseye ait olmayan, yalnızca ona özgü bir dünyadır bu. Bir yazarı ötekinden ayıran şeylerden biridir. Yetenek değildir. Yeteneğe gelince, bundan çevremizde epeyce var. Fakat olaylara belli bir açıdan bakan ve bu bakış açısına sanatsal bir ifade biçimi veren bir yazar ancak kırk yılda bir çıkar ortaya.
    Isak Dinesen umutsuzluk ve karamsarlığa kapılmadan her gün bir parça yazdığını söylemişti. Bir gün bunu üçe-beşlik bir karta yazıp masamın ardındaki duvara asacağım. Duvarımda başka üçe-beşlik kartlar da var. "Anlatılan şeyin temel doğruluğu yazının BİRİCİK ahlak kuralıdır." Ezra Pound. Bu hiçbir şekilde her şey bunda yatar demek değildir, ancak bir yazarda "anlatılan şeyin temel doğruluğu varsa" yazar doğru yolda ilerliyor demektir.
    Duvarımda, üstünde Çehov'un bir öyküsünde geçen bir cümleden alınma şöyle bir alıntı yazılı bir başka kart daha var: "... ve birden her şey onun gözünde açık seçik bir hale geldi." Bu sözcükleri merak ve olasılık dolu bulurum. Basit ve yalın hallerini ve ima ettikleri o üstü örtük aydınlanma havasını severim. Niçin her şey şimdi açık seçik bir hale gelmiştir? Ne olmuştur? Her şeyden çok -şimdi ne olacaktır? Böyle ani uyanışların ardından türlü sonuçlar çıkar ortaya. Keskin bir rahatlama duygusuna -ve beklentilere- kapılırım.
    Yazar Geoffrey Wolff'un bir grup yazarlık öğrencisine, "Ucuz hilelere başvurmayın," deyişine kulak misafiri olmuştum bir keresinde. Bunu da üçe-beşlik kartlardan birine yazmalı. Bana kalırsa, cümleyi bir parça kısaltıp şöyle demeli: "Hilelere başvurmayın." Nokta. Hilelerden nefret ederim. Bir edebi yapıtta bir hile ya da üçkağıdın ilk izlerini sezmeye başladığımda, ucuz ya da iyi işlenmiş bir hile olsun, kitabı okumaktan hemen vazgeçerim. Hileler son derece sıkıcıdır ve ben çok çabuk sıkılırım; bu huyumun dikkatimi yoğunlaştırabilme süremle yakından bağlantısı olabilir. Fakat aşırı ölçüde akıllıca yazılmış yapmacıklı bir yazı türü ya da tam anlamıyla budalaca yazılmış şeyler benim uykumu getirir. Yazarların ne hilelere ya da üçkağıtlara ihtiyaçları vardır, ne de en akıllı insanlar olmaları gerekir. Budalaca görünmek pahasına bile olsa, bir yazarın bazı zamanlar şuna ya da buna -bir gün batımına ya da bir ayakkabıya- tam anlamıyla basit bir hayretle bakabilmeye ihtiyacı vardır.
    Birkaç ay önce New York Times Book Review'da John Barth on yıl kadar önce yazarlık derslerinde öğrencilerinin çoğunun "biçimsel yenilikler" peşinde koştuğunu, ama şimdilerde bunun böyle olmaktan çıktığını söylüyordu. Yazarların 1980'lerde anne-baba romanları yazmaya başlayacaklarına bir parça üzülür gibiydi. Deneyselciliğin liberalizm ile birlikte ortadan kalkacağına üzülüyordu. Edebiyat konusunda "biçimsel yenilikler" ile ilgili karamsar tartışmalar kulağıma çalındığında bir parça sinirleniyorum doğrusu. Çoğunlukla "deneyselcilik" dikkatsiz, budalaca ve taklitçi bir edebiyat üretmenin bahanesidir. Daha da kötüsü, okuyucuyu yabancılaştırmanın ya da duygularını köreltmeye çalışmanın bir yoludur. Çoğu zaman bu tür edebiyat bizlere dünya ile ilgili hiçbir haber vermez, ya da bizlere bir çöl manzarası çizer ve orada kalır -oraya buraya birkaç kum tepesi ile kertenkele koyar, ama insandan yoksun, hiçbir varlığın oturmadığı, ancak birkaç bilim uzmanının ilgisini çekebilecek bir manzaradır bu.
    Edebiyatta gerçek deneyin özgün, zor elde edilir bir şey, bir mutluluk kaynağı olduğunun anlaşılması gerekmektedir. Bir başkasının olaylara bakış açısının -örneğin, Barthelme'nin- başka yazarlarca taklit edilmemesi gerekir. Hiçbir işe yaramaz bu. Yalnızca bir tane Barthelme vardır ve bir başka yazarın Barthelme'nin özgün duyarlılığını ya da mise en scene'ini yenilik başlığı altında kendine uyarlaması o yazarın bir kargaşa ve felaket ile kur yapması ve daha kötüsü kendini aldatması demektir. Gerçekten deneyden yola çıkanlar bu işi, Pound'un dediği gibi, "Yeniden İcat Edenler"dir, işte bu eylem sırasında da her şeyi kendi bakış açılarına göre yaratırlar. Ancak yazarlar duygularını yitirmemişlerse, bizimle iletişim içine girmeyi isterler, kendi dünyalarından getirdikleri haberleri bizlere iletmek isterler.
    Sıradan fakat net bir dil kullanıp sıradan olaylar ve şeyler hakkında bir şiir ya da kısa öykü yazmak ve bunlara -bir sandalye, bir çatal, bir taş, bir kadın küpesine- yoğun, hatta şaşırtıcı bir güç yüklemek mümkündür. Görünüşte yalın bir diyalog yazıp okuyucunun omuriliğinden aşağı bir ürperti göndermek mümkündür -bu Nabokov'un seveceği türde sanatsal hazzın kaynağıdır. Beni en çok ilgilendiren yazı türü budur. Deneyselciliğin bayraktarlığını yapan ya da, başka türlüsü, kabaca bir gerçekçilikle bezenmiş, düzmece ya da kazara yaratılmış edebiyattan nefret ederim. Isaac Babel'in "Guy de Maupassant" adlı olağanüstü güzellikteki öyküsünde anlatıcı, edebiyat uğraşıyla ilgili olarak şunları söyler: "Hiçbir demir ok yüreği, doğru yere konmuş bir nokta kadar derinden delip geçemez." Bunu da üçe-beşlik kartlardan birine yazmalı.
    Bir zamanlar Evan Connell bir öykünün bitmiş olduğunu, metin boyunca ilerleyerek bütün virgülleri yerinden kaldırdıktan sonra öyküyü bir daha okurken kendisini virgülleri aynı yerlere koyar bulduğu zaman anladığını söylemişti. Bir şey üstünde bu yöntemle çalışmayı severim. Bu tür dikkatle, yapılan iş adına saygı duyarım. Çünkü eninde sonunda bütün sahip olduğumuz şeydir sözcükler: noktalama işaretleri doğru yerlere konmuş doğru sözcükler kullanmanın faydası vardır, çünkü ancak bu sayede ne söylemeleri gerektiğini en iyi biçimde ifade ederler. Sözcükler yazarın dizgininden boşalmış duyguları ile ağırlaşmış, ya da bir başka neden yüzünden belirsiz ve yanlış bir hale gelmişlerse -yani sözcükler bulanık bir hal almışlarsa- okuyucunun gözleri sözcükler üzerinden kayar ve sonuçta hiçbir şey başarılmamış olur. Kısacası, okuyucunun sanatsal duyumu uyarılmamış olur. Henry James bu tür edebiyata "zayıf uyarım" adını vermişti.
    Paraya ihtiyaçları olduğu için, yayın yönetmenleri ya da karıları gözlerinin içine baktığı ya da onları terketttiği için -iyi yazı yazmamalarına bir özür bulmak için- bir kitabı çarçabuk bitirmeleri gerektiğini söyleyen arkadaşlarım olmuştur. "Daha çok zaman olsaydı, daha iyi olacaktı." Roman yazarı bir arkadaşımın böyle dediğini duyunca, oldukça şaşırmıştım. Bu konuda tekrar düşündüğümde, ki düşünüyorum, hâlâ şaşırıyorum. Neyse, bu beni hiç ilgilendirmiyor. Fakat bir yazı insanın elinden geldiğince iyi bir hale getirilmiyorsa, insan yazma işine niçin girişir? Elimizden geleni yapmış olmanın verdiği tatmin, ve bu emeğin kanıtı, yolun sonunda mezara götürebileceğimiz tek şeydir. Arkadaşıma, Tanrı aşkına, git başka bir işle uğraş demek istemiştim. Çabalayıp hayatını kazanmanın mutlaka daha kolay ve belki daha dürüst yolları vardır. Ya da bu işi kendi yeteneğin, becerin elverdiğince en iyisini yap ve ardından kendini haklı çıkarmaya kalkma ya da özürler bulma. Sızlanma, açıklama yapma.
    Sadece "Kısa Öykü Yazmak" adını verdiği bir denemesinde Flannery O'Connor yazmaktan bir tür keşifmiş gibi söz eder. Kısa bir öykü üstüne çalışmaya başladığında, çoğunlukla nereye gittiğini bilmediğini söyler. Birçok yazarın bir şeye başladıklarında nereye gittiklerini bildiklerinden kuşku duyduğunu belirtir. Nerdeyse sonuna yaklaştığı halde sona gelinceye kadar sonunu kestiremediği bir kısa öyküyü nasıl yazdığını örneklemek için "Good Country People" (İyi Köy Halkı) adlı öyküsünü kullanır:
    "Bu öyküyü yazmaya başladığımda öykünün içinde tahta bacağı olan bir doktor olacağını bilmiyordum. Bir sabah kendimi haklarında hiçbir şey bilmediğim iki kadını betimlerken buldum ve bunu farketmeden önce kadınlardan birine tahta bacağı olan bir kız evlat eklemiştim bile. Ortaya İncil satan bir seyyar satıcı çıkarmıştım, fakat bu adamla daha sonra ne yapacağımı bilmiyordum. Bu adamın tahta bacağı çalacağını bu işi yapmasından on ya da on iki satır öncesine kadar bilmiyordum, ama olayların böyle gelişecek olduğunu anlayınca, bu olayın kaçınılmaz olduğunu fark ettim."
    Bunu birkaç yıl önce okuduğumda, O'Connor ya da aynı şekilde düşünen bir başkasının öykülerini böyle bir yol kullanarak yazması beni hayrete düşürmüştü. Çünkü bunun bana rahatsızlık veren sırrım olduğunu düşünüyor ve bu yüzden bir parça tedirginlik duyuyordum. Şurası kesin ki, öykü üstüne bu yöntemle çalışmanın kendi çıkmazlarımı açığa vurduğunu düşünüyordum. Bu konuda onun söylediklerini okuyunca, son derece yüreklendiğimi hatırlıyorum şimdi.
    Bir defasında, yazmaya başladığımda, yalnızca ilk cümlesi aklımda olan ama ardından oldukça güzel bir öyküye dönüşmüş bir öykü yazmaya koyulmuştum. Birkaç gün boyunca aklımda sürekli şu cümleyle dolaşmıştım: "Telefon çaldığında, elektrik süpürgesini kullanıyordu." Bu cümlede bir öykü olduğunu ve dile dökülmek istediğini düşünüyordum. Böyle bir giriş cümlesine ait bir öykü olduğunu iliklerime kadar hissetmekteydim, her şey bunu yazacak vakti bulmama bağlıydı. Sonunda vakti, bütün bir günlük vakti buldum -on iki, hatta on beş saat, kullanmak istesem, elimin altındaydı. Bütün vakti kullandım; sabah oturup ilk cümleyi yazdım ve öteki cümleler çok geçmeden kendilerini art arda eklemeye başladılar. Öyküyü tıpkı bir şiir yazar gibi yazdım; bir satır, ardından bir öteki, ardından bir sonraki. Birden, öyküyü görür hale gelmiştim ve bunun benim öyküm olduğunu, yazmak istediğim öykü olduğunu biliyordum.
    Kısa öykülerde bir tehdit ya da tekinsizlik duygusu olmasını severim. Bir öyküde biraz tekinsiz bir hava olmasının iyi olacağını düşünürüm. Çünkü bu devinim açısından iyidir. Öyküde gerilim olması, bir şeyin eli kulağında beklediği, bazı şeylerin acımasız bir devinim içinde olduğu havasının yaratılması gerekir, yoksa, çoğunlukla olduğu gibi, ortada öykü diye bir şey olmaz. Bir edebi yapıtta gerilim yaratan şey kısmen, sağlam, somut sözcüklerin öykünün görülebilir devinimini kurmak için uç uca eklenmesiyle oluşur. Fakat gerilim kısmen de konu dışı bırakılan, ima edilen şeylerdir, nesnelerin düzgün (bazen de çatlak ya da düzensiz) yüzeyi altındaki manzaradır.
    V. S. Pritchett'a göre, kısa öykü "yürüyüp geçerken gözün köşesine takılan şeydir." Cümlenin "takılma" bölümüne dikkat edin. Önce takılma gelir. Ardından bu takılışa hayat verilir, anı aydınlatan bir şeye dönüştürülür ve eğer şanslıysak -yine bu aynı sözcük- bu takılış daha ileri noktalara ulaşan sonuçlara ve anlamlara ulaşır. Kısa öykü yazarının görevi vargücüyle bu takılışı süslemektir. Orantı duyumu ile şeylerin birbiriyle uyumu duyumunu (şeyler gerçekte nasıldırlar ve kendisi bunları nasıl -başka hiç kimsenin görmediği gibi- görmektedir) harmanlamak (bu onun yeteneğidir) için yazar zekâsı ile edebi yeteneğini bir araya getirir. Ve bütün bunlar açık seçik ve net bir dil kullanımıyla, okuyucuya öyküyü aydınlatacak ayrıntılara hayat verecek biçimde kullanılmış bir dil aracılığıyla yapılır.
    Ayrıntıların somut olması ve anlamı verebilmesi için dilin doğru ve net kullanılmış olması gerekir. Sözcükler sığ denebilecek derecede net olabilirler, ama yine de yük kaldırabilecek güce sahiptirler; doğru kullanılmışlarsa, istenilen bütün notaları çıkartabilirler.

1981, Çev: Zafer Aracagök

2 yorum:

  1. Raymond Carver'dan paha biçilmez bir ders.Bize ulaştıranlara teşekkürler.

    YanıtlaSil
  2. Paylaşım için teşekkürler

    YanıtlaSil